Avuç içi kadar bir ülkede yaşıyoruz… Bir avuç insanız… Kültürümüze, adetlerimize sıkı sıkıya bağlı olmamız gerekirken, son yıllarda maddiyatın çok öne çıktığı, batılılaşma sevdasıyla bizi birbirimize bağlayan tüm değerleri alt üst ettiğimiz bir dönemi yaşıyoruz..
   Ondandır ki ben; bir çok yazımda ve televizyon yorumlarımda toplum olma özelliklerimizi her geçen gün yitirdiğimizi söylüyor, bir arada yaşayan bir topluluk haline geldiğimizden dem vuruyorum.. 
   Ve bunun da aslında çok tehlikeli olduğunu çünkü toplum olma özelliğini kaybedenlerin aslında toplumsal olarak kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığını düşünüyorum.. Tamamen bireysel bir yaşam tarzı ve ‘bana okunmayan yılan bin yaşasın’ mottosuyla ilerleyen bir ömür…
   Sadece maddiyatla mutlu olan doyumsuz bir nesil yetiştiriyoruz elbirliğiyle… Tehlikeli, hem de çok tehlikeli…
   Hal böyleyken ama bir özelliğimizi de hiç kaybetmedik. Belki de bu kadar karamsar tabloda bir ışık gördüğüm tek noktadır bu.. 
   Yaşadığımız büyük acılar bize toplum olduğumuzu hatırlatıyor… 
   Meleklerimize hep beraber ağladık, ağlamaya devam ediyoruz hala… Her bir adımda onları anıyor, nasıl katkı yapabileceğimizi tartışıyoruz… 
   Bireysel olarak toplumda ön plana çıkmış çok değerli isimleri kaybettiğimiz zaman da ayni reaksiyonu gösteriyoruz… Hatırlıyoruz köklerimizi.. Nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu…
   Bazen bir isim değil, Kıbrıs Türkü’nün kendi öz değerleriyle yarattığı isim ve markaların kaybıyla bir araya geliyoruz… Buna son örnek Zehra Aba’dır… 
   Göçmenköy’ün simgesiydi Zehra Aba.. Kaybettik O’nu da.. Kızları adını ölümsüz kıldı Göçmenköy’deki salaş restoranla… 
   Salaştı ama bizimdi, lezzetiyle, sohbetiyle… Ha anamın mutfağı, ha Sevgen ya da Şazi abamın mutfağı… 
   Sevgili Levent (Kutay)’le favori mekanımızdı… Tanıyanlar bilir, Levent öyle her yemeği yemez.. Mızırdır.. Lezzet yoksa bir yemekte, parası ya da markası ne olursa olsun Levent’i o mekana sokmak imkansızdır… 
   Program biter ve stüdyodan çıkarken ilk sorum klasikti; “Ne var bugün Zehra Aba’da?” Levent çoktan bakmıştı mönüye… “Hade sür arabayı oyalanma da molehiya var”
   Onun etsiz molehiyası zaten hazırdı… Sevgen abamın o sevecen yüzü ile karşılanır, sohbetler yapılır kahkahalar atılır ve masaya gelen her şey bir güzel yenir yutulurdu…   
   Yine bir program çıkışı ayni soruyu sordum Levent’e.. “Dur da galiba kapatıyorlar” dedi… Şaşırdım… İnanmadım… Belli ki o duymuştu bir şeyler… Arabayla yola çıkarken facebook’ta yine mönüye bakmak için girdiğinde sayfaya, o acı duyuruyu görüp bana da okuduğu zaman haberdar olmuş oluyordum!…
   “Yorulduk” diyorlardı, açıkçası inanmadım buna.. “Kıbrıs’ta esnaf olmak çok zor..” cümlesine ise inanmamak elde değildi… Zehra Aba satışa çıkarıyordu… İnanması güç… 
   Elbette çok üzüldük…
   Çünkü Göçmenköy’ün simge restoranıydı ‘Zehra Aba’.. Sadece Sevgen abamın ya da mutfaktan çıkmadığı için çok göremediğimiz Şazi abamın ekmek teknesi değildi orası… 
   Kıbrıs Türkü’nün sağcısından solcusuna, komünistinden, faşistine buluştuğu bir kültür noktasıydı.. Yemek bahaneydi, sohbet, samimiyet, Kıbrıs kültürü şahaneydi…
   Espriler, takılmalar, hoş sohbetler… Masalar arası atışmalar…
   Çok sıcak olmasına rağmen ter dökerek yenilen o lezzetli yemekler… 
   Lüks yoktu.. Ama Kıbrıs kokardı… Aynen Ciğerci Ahmet gibi, Anibal gibi.. Onlar aramızdan ayrıldılar ve yaratılan markaları da tarih oldu.. Aktaramadık, aktaramadılar nesiller boyuna…
   Ama Zehra Aba kapanmamalıydı… 
   Umarım bu acı habere verilen üzüntü reaksiyonları bir şekilde geri adım attırır… Başta Lefkoşa Türk Belediyesi ve hükümetin ilgili birimleri bir arar sorar.. Dertleri varsa öğrenir, gidermek için yollar arar…
   Zira bahsettiğim birimlerin başındakilerle de en çok buluştuğumuz mekandı Zehra Aba… 
   Zehra Aba Kıbrıs’tır… Kültürümüzdür, lezzetimizdir, samimiyetimizdir, kökümüzdür!…
   Kaybetmeyelim O’nu da!