Atina’ya ilk gidişim “iş seyahati” idi. Bir konferansı takip etmiştik; ama 2 gün de şehri gezme imkanımız olmuştu. Bir Avrupa başkentini hiç andırmayan, genel olarak Ankara’nın Beşevler bölgesi gibi, 4-5 katlı eski binaların oluşturduğu doğru düzgün bir meydanı dahi olmayan köhne bir şehir izlenimi yarattı bende.
Atina’yı Atina yapan yegane şey Acropolis. Şehre kuşbakışı bakma imkanı sunan muhteşem bir tarihi kent. Acropolis’i bir rehberle gezip, yanındaki tüm kalıntıları görmek zaten bir gününüzü alıyor. Geriye de aslında başka bir şey kalmıyor.
Yunanların Acropolis’in eteklerine kurdukları Ermu isimli alış veriş caddesi ve onun bağlandığı Plaka ismini verdikleri restoran, taverna ve barlar gibi eğlence merkezinin olduğu bir bölge var. İşte tüm Atina bundan ibaret.
Bunun yanında Atina merkezden 15-20 dakika mesafede Pire’ye gidebiliyorsunuz. Pire bir liman şehri. Büyük gemilerin yanaştığı bir ticari limanları, bir de; şöyle denize nazır balık lokantaları bulunan microlimani adını verdikleri turistik olarak şekillendirilen limanları var.
Ama hemen söyleyeyim, bizim Girne Yat Limanı 100 ise, burası ancak 10 eder. Tek güzel tarafı enfes lezzetleri barındıran balık restoranları.
“Büyük lokma ye, büyük söz söyleme”
Bu ilk Atina seyahatimden sonra dönüşümde aynen şu cümleyi kullandım: “Bir daha Atina’ya gitmem!”
Ama ne demişler; “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!”
Oğlum Tan’ı bir basketbol (Eurolig) maçına götürme sözüm vardı, artık liseyi de bitiriyordu ve “Hadi bir maç seç” dedim… O da gidip maalesef Olimpiakos maçı seçti.
Yani ‘kendim ettim, kendim buldum’ misali, yolumuz yeniden Atina’ya düştü. Az önce yukarıda sıraladığım her şeyi bire bir aynen bu kez oğlum ve kadim dostum Ahmet (Borucu) ile yaşadım.
Evet, artık bir daha Atina’ya gidilmeyecekti ki; bu kez eşim ve en yakın arkadaşı Mısra, ‘eşli’ bir şekilde Pire çıkışlı Yunan adaları turu yapmak istedi…
Ne demiştik; “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!”
Evet, geçtiğimiz haftalarda yine Atina’nın da bulunduğu bir maceramız oldu. Yazmama gerek yok sanırım, bir gece konakladığımız Atina kısmını hemen geçip, her zaman yaptığım gibi turistik bir gezi için gittiğim yerlerdeki gözlemlerimi kısaca sizlere aktarmak istiyorum.
MİRAY cruise, lezzet ve ünlüler…
Bir cruise gemisi ile 3 Yunan adası ve bir Kuşadası durak programımız vardı. Cruise demişsem öyle 3-4 bin kişilik dev gemilerden değil; MİRAY isimli bir Türk Cruise gemisi.
7 katlı Yunan adaları gibi kısa mesafeli turlar için gayet donanımlı, bol eğlenceli güzel bir gemi.
Gemiye giriş işlemlerimiz sonrasında ilk durak için eğlencesi ile ünlü Mikanos adasına doğru yol almaya başlıyoruz.
Yani tadımlık bir gezinin tadımlık bir yazısıyla sizleri baş başa bırakıyorum.
Mikanos, parfüm kokularının birbirine karıştığı ‘güzel insanların’ tatil adası
İlk durak Mikanos… Gemi limana yaklaşırken garip bir karanlık hakim. İçimden “burası Mikanos olamaz” diye geçiriyorum. Ve bu şaşkınlığım çok kısa bir süre sürüyor. Çünkü merkez limanın olduğu noktada değil, araçlarla 5-10 dakikalık bir mesafede. Limandan çıkıp otobüsümüze biniyoruz ve işte, o resimlerde, videolarda gördüğüm eğlencesiyle meşhur ‘bildik’ Mikanos’a ulaşıyoruz.
Hiçbir tarihi özelliği olmayan denizin ortasındaki bir kara parçasını gayet güzel bir şekilde dizayn edip, bir turizm merkezi yaratmış Yunanlar. Tüm evlerin ve işletmelerin bembeyaz boyandığı bir yerde, daracık sokaklar, hediyelik eşya satıcıları ile konfeksiyon ürünleri satan yerlerin bar ve restoranlarla iç içe girdiği küçük ama gayet güzel bir yapı.
Deniz kenarındaki restoranlardan yükselen hoş balık kokuları arasından çarşı merkezine yürüyoruz. Yol kenarlarında oldukça fazla motosiklet görmek mümkün. Motosikletlerin ada için de en ideal ulaşım yöntemi olduğu açık… Bu konuda bir biz geri kaldık! (Arada bir de mesaj vermek şart.)
Yel değirmenleri ve “Mikanostayız” paylaşımları
Biz nispeten ‘ihtiyar’ turistler, kendimizi alış veriş için sokaklara attık. Öyle oturup balık-uzo yapacak zaman yok zira! Restoranlar deniz, alış veriş eğlence… Tümü yürüme mesafesinde. Şehre yukarıdan bakan bir yere inşa edilen 3 yel değirmeni de bizim gibilerin fotoğraf çekip “Mikanostayız” paylaşımı yapmamız için ideal!
Mikanos’taymışız gibi yapıp barımızda içkilerimizi yudumlayıp eğlencemize devam ettik.
Ege’nin mavisinde kayboluş
Mikanos’un gündüze deniz ve plaj parti ortamını varın siz düşünün artık!
Dönelim gemimize… Geminin bir Türk gemisi olması yemek açısından avantajı da beraberinde getirdi. Gerek sabah, gerek öğlen, gerekse akşam yemekleri bence gayet başarılı idi. Açık büfe, bol çeşit ve lezzetli, daha ne istenebilir ki!
Gündüz geminin kapalı alanlarında müzik dinletileri ve gerek alkollü gerekse soft içecekleriniz (ekstra ödeyerek) için zaman geçirebiliyorsunuz, küçük bir de havuz ve etrafında şezlongları vardı. Ondan da faydalanmak mümkündü. Ama sanırım en güzeli gemide gün batımı sırasında güvertede oturup eşsiz Ege denizinin sunduğu manzarayı izlemek…
Mavinin derinliklerine ilerlerken sarı, turuncu, kahverengi ve yavaşça kararan bir hal alan gün, size muazzam huzur veren bir görüntü sağlıyor.
Santorini; bulutlar arasında manzara eşliğinde katırlı, bol fotoğraf kareli yolculuk
Ve sabah oldu, ikinci duraktayız. Santorini…
Gemimizin demir atmasıyla birlikte karaya çıkacağımızı düşünüyoruz ama bu kez bir liman yok. Gemiden karaya ayrıca taşıta ihtiyaç duyuyorsunuz! Anladığım kadarıyla bu bilinçli yapılmış. Çünkü gemi açıkta kalıyor ve Santorini sakinlerinin sağladığı 15-20 kişilik sandal tarzı küçük gemilerle Santorini’ye ulaşımınız sağlanıyor. Tabii bunun için de ekstra bedel ödemek şart. Güzel bir kazanç yöntemi.
Tabii gözünüz yerse yürüyerek de çıkabilirsiniz. Ancak sıcakta bunu yapmak pek akıl işi değil!
Birçoğumuz maceralı bir katır turu yaptı. Ben de çok isterdim ama hanımı yalnız koymamak adına ben de teleferik ile yukarıya çıktım. Yine restoranlar, alış veriş için biz turistleri bekleyen dükkanlar… Muhteşem bir manzara, bol bol fotoğraf karesi biriktirebileceğiniz yerler… Gezilmesi gereken başka yerler de varmış, otobüsümüze binerek Oia isimli bölgeye gittik.
‘Uzo’lu şekerler
Santorini de aynen Mikanos gibi, tamamen sonradan dizayn edilmiş ve turizm merkezine çevrilmiş bir yer. Yine bembeyaz boyanmış yapılar, mavi pencereler, dar sokaklar, eğlence ve alış verişin bir arada sunulduğu harika bir ortam. Burası da pahalılıkta Mikanos’u aratmıyor. Bu kez sabah erken saatte oradayız; bize göre Türk, onlara göre Yunan kahvesi içiyoruz. 4.5 Euro!
Ve işte teleferiğin olduğu noktaya yeniden geldik. Katırların aşağıya yolcu götürmesi yasak. Ya yeniden 10 euro verip teleferiğe bineceğiz, ya da yürüyerek aşağıya ineceğiz. Ben ve birkaç “pinti” arkadaş yürüyerek inmeyi tercih ettik. Şaka bir yana sebep para değil, katırların çıktığı yerleri de görebilmek adına yürüyerek indim. İyi ki de yürümüşüm çünkü ara katlarda da güzel restoranların dükkanların olduğunu gördüm.
İnerken bir hayli terlemişim, ama o küçük gemilere binip gemimize doğru ilerlerken Ege denizinin muhteşem kokusunu ciğerlerimize çekip sandalın hızıyla yarattığı rüzgârı yüzümüzde hissedince sıcağın yarattığı yorgunluk da uçup gitti.
Güzeller geçidi ve ünlü yağmuru
Yeniden Miray’dayız. Bildik gemi faaliyetlerinin dışında şansımıza gemide özel bir etkinlik var ama bu arada gemide kulaktan kulağa “şu ünlü de gemide, gördünüz mü” şeklinde dedikodular yayılıyor. Ben henüz hiçbirini görmüş değilim. Tabii ki akşam yemeğine kadar.
Yemek sonrası meyveye geçiyorum ki, karpuzlar kıpkırmızı harika bir görüntüde karşımda duruyor. Tabağıma 2-3 parça aldıktan sonra arkamda beliren beyefendiye elimdeki çatalı uzattığımda bir de baktım ki; Coşkun Sabah. Az rakı içmedik şarkıları eşliğinde. Gülümsemeyle çatalı nazik bir şekilde bıraktım.
Yemek sonrasında bar kısmında canlı müzik vardı. Yıllarca bizleri televizyon başında güldüren ve güldürürken de birçok toplumsal mesaj veren Oya Başar da tüm hanımefendiliği ile yanı başımızda eğleniyordu. Ve onun hemen yanında da Yeşilçam’ın en yakışıklı jönü; Salih Güney vardı. Yaşı ilerlese de hâlâ yakışıklılık yerli yerinde.
Son olarak ismini bilmediğim ama yayınlandığı dönemde kaçırmadan izlediğim Çocuklar Duymasın isimli dizinin kılıbık Selamisi de bizim gemide. O da güzelleri seçmek için seyahat halindeydi. Oldukça nazik, güler yüzlü…. O’nu görünce arkadaşlarla sahnelerini bir bir anımsayıp bol bol güldük.
Tarihin canlı tanığı Rodos
Üçüncü ve son Yunan adası için artık Rodos’tayız… Buraya daha önce gelmiştim, ne kadar tarihi ve güzel bir yer olduğunu biliyordum. Ancak aradan yıllar geçmişti. Mikanos ve Santorini tamamen yapay ama Rodos hiç öyle değil. Uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesindeydi. Birçok farklı uygarlığın izlerini taşıyan zengin bir tarihi geçmişi olan Rodos, çokça tarihi esere sahip. Zaten geminin adaya yaklaşmasıyla bizleri önce şehrin surları karşılıyor. Surların ardı ise bol tarih ve eğlenceyi barındırıyor.
Rodos’un suriçindeki tarihi çarşısını gezerken çok sayıda Türkçe konuşan Rodosluya rastlamak mümkün. Hatta işletme isimlerinde de bol bol Türkçe geçiyor.
Sonunda Rodos’un gece eğlencesini göremeden geri gemimize dönmüş olduk.
Kuşadası ve Ege’de kalan 9 Yunan adası
Birbirinden güzel 12 finalist ‘Sinema Güzeli’ olmak için o gece yarıştı. Şarkılar eğlenceler eşliğinde güzelleri izledik. Eşim Seran tam 12’den vurdu ve onun belirlediği 6 numara birinci seçildi. Bu güzel gecenin ardından gözümüzü sabahleyin Kuşadası’nda açtık.