Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında kalan Mezopotamya olarak adlandırılan tarihi, farklı dinleri, kültürleri barındıran, gastronomisi, doğası ve tarihi yapıları göz kamaştıran Güney Doğu illerini 96 saat içerisinde gezme fırsatı bulduk. Tek kelimeyle özetleyecek olursam; “mutlaka görmeniz gerekiyor” derim
Türkiye’nin her bir noktası ayrı bir tarih, ayrı bir güzellik. Geride bıraktığımız yaz aylarında yaptığımız Karadeniz turuna ilişkin gözlemlerimi kaleme almıştım. Bu kez de hepimizin GAP turu olarak isimlendirdiği Türkiye’nin Güney Doğu Anadolu bölgesine yaptığımız 4 günlük gezimizi yazmak istedim.
Karadeniz’in doğasına hayran kalırken, Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında kalan Mezopotamya olarak adlandıracağım bu coğrafyanın da tarihine ve çok kültürlü yapısına aşık olmamak mümkün değil dersem abartmış olmam!
En başta söyleyeyim, bu tur da en az Karadeniz turu kadar yorucu. Otobüs yolculukları, tarihi alanlardaki yürüyüş mesafeleri derken gerçekten her gece farklı bir şehirde konaklamanın verdiği yorgunluk deyim yerindeyse ‘canınızı çıkaracak. Ama “Değer mi?” diye soracak olursanız; “Kesinlikle değer” diye cevap verebilirim.
Mezopotamya, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye verilen coğrafi bir isim olsa da, aslında müthiş tarihi ve elbette mitleri ile büyük bir ilgi uyandırıyor.
Karadeniz turunda engin bilgileriyle bizleri aydınlatan rehberimiz Mert Oymak’la bu kez Gaziantep’ten başlayıp Diyarbakır’da sonlandırdığımız Mezopotamya ya da halk dilindeki adıyla GAP turumuzda birlikteydik.
96 saatlik turumuzla ilgili bir kitap yazabilecek bilgi edindim ancak zor olsa da; burada bir gezi yazısı olarak sıkıştırmaya çalışacağım.
Dicle ve Fırat nehirleri üzerine yapılan barajlarla bölgedeki tarımsal faaliyetler bambaşka bir yazı konusu olabilir, meşhur Harran Ovası için ayrıca kitap kaleme alınabilir. Bu nevi şahsına münhasır coğrafyanın tarihi zenginliği, insanı, yeme içme ve yaşam kültürü kesinlikle görülmeye değer diyorum ve gün gün aldığım notları sizlerle paylaşıyorum.
“Dünya bir ev olsa mutfağı Gaziantep olurdu”
İlk durak Gaziantep… Ya da halk dilinde Antep… Gaziantep için “dünya bir ev olsa mutfağı Gaziantep olurdu” demişler. Kim demişse kesinlikle çok haklı. Daha önce de ziyaret ettiğim Gaziantep’te müthiş kebap çeşitleri ve sulu yemeklerin yanı sıra tatlılar de tek kelimeyle efsane. Yani hangisini yazsam bilmedim; beyranını mı, lahmacun çeşitlerini mi, fıstıklı kebaplarını mı, mevsimde yetişen sebzelere özel yapılan çorbalar ya da yemekleri mi, yoksa baklavası ya da katmeri mi?
Antep gastronomisi kadar tarihiyle de dikkat çekiyor. Dünyanın en büyük mozaik müzelerinden biri olan Zeugma ve buradaki dünyaca ünlü Çingene Kızı mozaiğini gezerken insan gerçekten büyüleniyor. Bu turda değil ama daha önce benim ziyaret ettiğim ‘Savaş Müzesi’nde 1. Dünya Savaşı sonrasında Anteplilerin Osmanlı’nın yaşadığı o zor günlerde Şahin Bey ve Şehit Kamil destenlarına tanıklık edebiliyor, milli ruhu bu harika müzelerde iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz.
Tarihi Bakırcılar Çarşısı’nda özellikle gezerken aldığınız keyif, bölgede bizim pek damak tadımıza gitmeyen ama tarihi Tahmis Kahvesi’nde içeceğiniz Menengiç Kahvesi ile keyfinizi taçlandırabilir, fıstığından baharatına, kurumuş sebzelerine kadar bu tarihi çarşılarda alış veriş yapabilirsiniz.
Halfeti ve Rum Kale
Gaziantep’ten yola çıkıp Fırat nehri üzerindeki Rum Kale’yi görmek ve buradaki devasa cam terastan Fırat’ı seyretmek yapılması gereken ilk işlerden biri. Buranın tarihi önemini dinleyip ardından teknelerle Fırat turu ve tabii ki de Şanlıurfa’ya doğru yol alırken karşınıza çıkacak olan 3000 yıllık geçmişi ile sular altında kalan Halfeti’yi gezebilmek mümkün.
Bugüne kadar gördüğün en etkileyici filmlerin başında gelen Şener Şen’in oynadığı ‘Eşkıya’ filmi ile tanıdığımız bu tarihi şehri ve su üstünde kalan cami minaresi gerçekten görülmeye değer bir yapı. Halfeti’yle ilgili çeşitli aşk hikayeleri de anlatılar ile çok daha keyifli bir hal alıyor…
Doğru bildiğimiz yanlışlar; “Antep Fıstığı”
Antep tam anlamıyla bir sanayi şehri. Haliyle bu yapısı bazı özellikleri de beraberinde getiriyor. Hepimizin ‘Antep fıstığı’ olarak bildiği ve ağzımızın suyu akarak tükettiğimiz yemişin aslında ‘Urfa Fıstığı’ olduğunu öğreniyoruz. Bu fıstıkların çok büyük bir oranı Şanlıurfa’da yetişiyor ancak o dönemler bu fıstıkları işleyebilecek sanayisi olmayan Urfalılar, ürünlerini işlemek için Antep’e gönderiyor. Antep’te işlenip satışa gönderilen Urfa’nın göz alıncaya kadar fıstık ağaçlarıyla kaplı coğrafyasında yetişen fıstığın adını da Antepliler bir nevi çalmış oluyor!
Dünya Mirası; Nemrut Dağı
Turumuzun ilk gününü tamamlıyoruz. İkinci günün rotasında UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilen Nemrut Dağı var. Buraya gitmek için Şampiyon Meleklerimize mezar olan, benim de davaları takip için çokça gittiğim Adıyaman’dan geçtik. Elbette turdaki her bir ferdin içini hüzün kapladı. Adıyaman Adliyesi’nin önünden hızlıca geçip bizi hüzne boğan bu şehri terk ettik!
Bu tarihi köprü üzerinden yürüyüp fotoğraflarımızı çektikten sonra otobüsümüz ile Karakuş Tümülüsü’ne ulaşıyoruz. Devasa bir sütun üzerindeki kartal figürünü de resimleyip hikayesini dinledikten sonra Nemrut için tırmanmaya başlıyoruz. Aracımızla bir noktaya kadar ulaşıyoruz, Nemrut’a çıkmaya gözü yemeyenleri burada bırakıp daha küçük araçlarla ikinci bir noktaya geliyoruz. Ama asıl mesele yürüyerek tırmanılacak alan, insanın gözü korkmuyor değil! Doğu ve barı tırmanış yollarından batıyı seçip tırmandıkça tırmandık ve harika manzarası, bol oksijeni ve muhteşem heykellerin olduğu zirveye vardığımda gerçekten tarifsiz bir hissiyata kapıldım. Dağın her iki yakasında da bire bir ayni ancak zaman içinde yerlerinin değiştiği devasa heykellerin etrafında çok sayıda fotoğraf çekip bu anı ölümsüzleştirirken, yine rehberimiz sevgili Mert’ten bir çok farklı hikaye de dinledik. Dağın zirvesine içinde mezar olduğu iddia edilen ve açılamaması için de insan eliyle yapılan bir tepe olması ise bir o kadar daha ilginç bir hale getiriyor Nemrut zirvesini.
Şanlıurfa ve Balıklı Göl
Bu yorucu tırmanışın elbette bir de inişi vardı. Onu da hallettikten sonra tur programımıza göre Şanlıurfa yoluna revan olduk.
Bu turlarda en çok canımın sıkıldığı anlar kuşkusuz otobüste yol aldığımız zamanlar. İyi ki sevgili Çetin Sadeli de bizimleydi ve birbirinden güzel esprileri ile yolculuğumuzu sıkıcı ve monoton olmaktan çıkardı.
“İbrahim peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut (Babil hükümdarı) ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca Nemrut tarafından bugünkü Urfa Kalesi’nin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emri verilir. Bu emir üzerine ateş suya, odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içerisine sağ olarak düşer. İbrahim’in düştüğü yer Halilü’r-Rahman Gölü’dür. Rivayete göre Nemrut’un kızı Zeliha da İbrahim’e inandığından onun peşinden atlar. Zeliha’nın düştüğü yerde ise Ayn-i Zeliha Gölü oluşmuştur.”
Buradaki balıklar kutsal kabul edildiğinden yakalanıp yenilmiyor. Böylelikle bol popülasyonları ile bu yapay göle renk katıyorlar.
Urfa, sıra geceleri ve çiğ köfte
Urfa dendi mi akla ilk gelen kuşkusuz ‘sıra geceleri’dir.. Biz de balıklı göl ve çarşısını gezdikten sonra soluğu tarihi Buzhanı isimli mekanda aldık. Yemekleri Antep’in yanına dahi gelmese de Urfa sıra gecelerinin eğlencesi görülmeye değerdi. Sazı, sözü, oynamayı seven arkadaşlarımız bol bol halay çekip göbek attığı, davulcunun ateşli şovu ve yöresel kıyafetleriyle folklorik gösteriler sunan gençler biz turistleri bir hayli eğlendirdi. Bizler eğlenirken gerçek etten taze taze yapılan çiğ köfte de cabası! Muhteşem bir lezzet, elbette acıyı sevenler için.. Bizim gibi bu tip eğlencelerde alkol tüketmeyi tercih edenler için ise kötü bir haberim var. Urfa’nın ‘Peygamberler Şehri’ olarak kabul edilmesinden olsa gerek, bu güzel gecede ve neredeyse tüm şehirde alkol bulmanız pek mümkün değil!
Göbeklitepe’den Dara Antik Şehri’ne
Sıra gecesi maceramızı noktalayıp otelimize geçerek ikinci günü de tamamlamış olduk. Üçüncü gün “İnsanlık tarihinin sıfır noktası” olarak kabul edilen meşhur Göbekli Tepe’ye gideceğimiz bilgisi paylaşılıyor. Sabah saat 06.00’da kalkıp hızlıca bir kahvaltı sonrası yine yollardayız. Göbeklitepe’ye varışımızla buradaki tarihi kalıntıları inceleyip rehberimiz Mert’in engin bilgileri ile ilk insanlık tarihini sorguladık.
Rehberimiz MÖ 9600–9500 civarına tarihlenen Göbeklitepe’nin, dünyanın şu ana kadar bilinen en eski tarihî yapısı olduğunu anlatırken, o dönemlerde henüz taşı yontacak demir dahi bulunmamışken insanoğlunun nasıl taşları T şekline getirip bunların üzerine eller ve kollar, hayvan ve sembollerin kabartmaları yaptığını birbirimize sorup durduk.
Mardin merkeze gelmeden ilginç bir yerde duruyoruz; Dara Antik Şehri…
Medeniyetler şehri; Mardin… “Güzel Mardin”
Otobüslerdeki yerimizi aldık ve Mardin’e doğru yola çıktık. Bu arada bölgede sıkça polis kontrolleri olduğunu da gözlemledim. Her ne kadar buralar artık terörden tamamen arınmış bölgeler olsa da belli ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti her hal ve şartta tedbiri elden bırakmıyor.
Nihayet en çok merak ettiğim şehirde; Mardin’deyiz. Mardin’e girişte deyim yerindeyse sanki Ankara’ya gelmiş gibi bir hava hissettim. Yüksek apartmanlarla yeni bir Mardin inşa edilmiş, oysa benim hayalimdeki Mardin taş yapılardan oluşan, dar sokakları olan tarihi bir yerdi. Tam bu noktada rehberimiz Mert mikrofonunu alıp bilgi vermeye başlıyor. Bizi karşılayan yerin yeni Mardin olduğunu söylüyor. Ama o da bu Mardin’e pek ısınmayanlardan hatta bir de lakap takmış. Mert’e göre ‘Çirkin Mardin’ bizi karşılamıştı ama endişe etmemeliydik, zira yolumuz Eski Mardin yani Mert’in deyişine göre ‘Güzel Mardin’di. Ve bir süre daha yol aldıktan sonra Eski Mardin’e ulaştık.
Mardin farklı dini inanışlar paralelinde, sanatsal açıdan da tarihi değeri olan camiler, türbeler, kiliseler, manastır ve benzeri dini eserleri barındırmasından dolayı Medeniyetler Şehri olarak anılıyor ve gerçekten de bunu hak ediyor.
Mardin sokaklarını adım adım gezdikten sonra hava kararıyor ve eski Mardin sokakları sarı ışıklarla aydınlanmaya başlıyordu. Karşıdan uzak bir noktadan eski Mardin’e baktığınız zaman şehrin altın bir gerdanlık gibi göründüğü söylenmişti ki, bu çok doğruydu.
Eski Mardin’deki yapılarda konaklamayı hayal etsem de buralar oldukça küçük yapılar olduğundan bizleri sığabilmesi pek mümkün değildi.
Favorim; Midyat
Eski Mardin’de geçirdiğimiz harika zaman sonrasında Mardin’in kendinden daha ünlü bir kenti olan Midyat’a yol almak üzere yine sabah saat 07.00’de otobüsümüzde hazırdık.
Benim o ana kadar pek bilgim olmayan Midyat’ta çekilen Uzak Şehir isimli bir dizi varmış. 50 kişilik tur grubumuzun ilgisinden de anladığım kadarıyla bu dizi oldukça popülermiş. O nedenle buraya ilgi oldukça yüksek. Rehberimiz sevgili Mert, söz konusu dizinin Midyat’ın Narlı köyünde çekildiğini ve bizim bu köye gitmeyeceğimizi söylemesiyle grubun hevesi kursağında kalsa da Midyat’ta dizinin baş karakterinin iş yeri varmış, mavi kapılı bir konak. İşte burada bol bol fotoğraf çeken arkadaşlar bir nebze de olsa heveslerini almış oldu.
Turumuzun Midyat ayağı bir anda popüler kültür gezisine dönse de, binaların yapısı ve hâlâ bu yapının korunuyor olması çok güzeldi.
Midyat’ın bir diğer özelliği de kaçakçılığıymış! Evet, evet yanlış okumadınız kaçakçılığı. Burada marka parfümler, elektronik eşyalar, gözlükler, çantalar filan deyim yerindeyse sudan ucuz. “Bunlar sahtedir” diye düşünsem de maharetli esnaf size bu ürünleri nasıl ucuza getirttiklerini, sahte değil gerçek olduklarını uzmanlıkla anlatarak elbette ikna ediyorlar.
Midyat’ın şarapları da ünlü. Süryani kültürünün hala hüküm sürdüğü Mardin’de harika şaraplar da üretiliyor… Bol bol tadım yapıp, Urfa’daki alkol açığımızı Midyat’ta tamamlamış olduk.
Hasankeyf ve Malabadi Köprüsü
Yine yola düşme zamanımız geldi. İstikamet Batman. Ancak Batman’da şehir merkezini filan görecek değiliz, yol üzerinde iki yakasını Dicle’nin ayırdığı, tarihi bir ilçe olan Hasankeyf ve türkülere konu olmuş Malabadi Köprüsü’nü göreceğiz. İlk durak Hasankeyf. Burada halılar ve sedirlerle hayat bulan Dicle manzaralı bir mekana oturup, Hasankeyf’in hikayesini dinliyoruz. 1981’de doğal koruma alanı ilan edilen bölge buraya yapılan Ilısu Barajı’nın su tutması sonucunda sular altında kaldı. Tarihi Hasankeyf Köprüsü de bugün suyun 60 metre altında kalmış oldu. Mağaralarla çevrili bölge sular altında kalınca, köylülere yeni evler yapılmış. Böylece köylülerin mağaralardaki yaşamları da sonlanmış oldu. Hasankeyf ilginç bir köy olarak notlarım arasında yerini aldı. Bu turda beni en çok etkileyen Nemrut Dağı’ndaki taş heykeller olurken, ikinci sıraya da yağmur yağması nedeniyle çok az inceleyebilme şansına sahip olduğum Malabadi Köprüsü’nü koyabilirim.
Dicle’yi besleyen Batman Çağı üzerine kurulu köprünün iki yakasında iki aşiret yaşarmış. Birinin oğlu ile diğerinin kızı bir birine aşık olmuş. Gençler köprüde buluşurmuş. Kızın ailesi bunu öğrenince iki genci de köprüde öldürmüş. İşte bu acıklı hikaye Selçuk Alagöz’ün şiiri ve Cem Karaca’nın buğulu sesiyle bizlere bir şarkı olarak da ulaşmıştı. Nakaratını kısaca anımsatacak olursam;
Malabadi Köprüsü,
Orda başladı bitti,
Şu garibin öyküsü,
Surların şehri; Diyarbakır
Malabadi Köprüsü aşkıyla bir güzel yağmurdan ıslanmış bir halde geri otobüse dönüp yola devam ettik. Sırada göreceğimiz son şehir olan Diyarbakır vardı. Turda en az görme şansı yakaladığımız şehir karpuz diyarı Diyarbakır oldu, zira uçak saatimiz ertesi gün saat 16.00’da iken Pegasus kendisince uçak saatini saat 11.00’e çekince şehri keşfedebilmek pek mümkün olmadı.
Tarihe ilgi duyan herkesin görmesi gereken yerler olduğunu not ederek, bir gezi yazımızı daha noktalamış olalım… Farklı bir rotayı yeniden kaleme almak dileğiyle…